8 Mart 2011 Salı

Deniz & Aşk

Tam da denizin ortasına denk geldim bu akşam yazasım geldiğinde. Kimbilir, belki de şu sıralar kendimi de hayatın tam ortasında hissettiğimden böyle irkilip ürperdim. Ve hep dediğim gibi, gecenin verdiği huzuru hiç bir gün veremez insana.

Çok uzaktan bakmak gerek bu şehire, tıpkı denizin ortasından olduğu gibi. Kıyıdan ırak, kimse farkında değilken izlemek lazım İstanbul’u. Işıkların akışına bırakmak kendini ve hayret etmek; zaman aslında ne hızlı akıyor ve ıramadan idrak edebilmek bunu ne güç… Zirifi bir asfalt gibi deniz, kıpırdanıyor. Üstündekinden kat kat fazla yük saklıyor içinde kimsenin eremediği. Kıyıya yanaştıkça kalkıyor mahreminin perdesi, inceliyor, cesaret vermeye başlıyor adeta yalandan bir gülümsemeyle. Sahile sobe yapıp yapıp kaçarken cilvesine kapılmamak namümkün; duyan, gören herkesi çekiyor yamacına. Aşk gibi cilveli, bir o kadar da hileli, açıldıkça kıyıdan, geri dönmek daha güç.

Aşıksan, denizin tam ortasında kalmışsın demektir, sandalsız, can yeleksiz. Hele ki kıyıyı artık göremiyorsan, aşkın şefkatli elleri çoktan dolanmış demektir boynuna.

Mutfak!

Sabah kızarmış ekmek kokusu ve mutfak tıkırtılarının hınzır oynaşmalarıyla uyandı. Rüyasında peşinden koşturduğu omlet ve reçellerin sebebini anlamıştı. Açılmamak için inat eden gözleriyle tartışmaya devam ederken, bir yandan da pazar tembelliğine çöl susuzluğu gibi susamış bedenini yataktan çıkmaya ikna etmeye çalışıyordu. Uykusu açıldıkça, aslında ilk elden sorması gereken sorular mini-dizisi kafasındaki sis bulutu ardından belirip netleşmeye başladı;
Kahvaltıyı kim hazırlıyordu? Eve kim girmişti? Mutfakta kim vardı?
Çoktan seçmeli sorularının cevabı elbetteki tekti fakat an itibarı ile bilinç altına edebiyat dersi vercek vakti yoktu. Güney Kore sinemasının, yırtıcı atmosferiyle sarıldığını hissettiğinde, bu garip şekilde hoşuna gitti. Ne var ki iş yatak odasından çıkmaya gelince işin rengi değişmişti.
Yatak odasının eşiğinden dışarı uzattığı kulakları mutfağa kabardı; “Hırsızlar şarkı mırıldanmaz..” diye geçirdi içinden. Koridorun sonundaki mutfağa şüpheli ve hızlı bir bakışın ardından, koridorun aksi tarafına doğru hızla süzüldü. Girişte, ayakkabılığın en baş köşesine kurulmuş spor ayakkabılarla gözgöze geldi; yabancı ayakkabılar, üstelik bir erkeğe ait olacak kadar büyük! Normalde korkudan deliye dönmesi gerekirken, merakı haddini misliyle artmıştı. O usulca koridorda ilerlerken, mutfaktaki mırıltılar iyiden iyiye kavradı kulaklarını. Yaklaştıkça mırıltıtan çıkıp şekle bürünmeye başlayan ses, sanki kalbinin duvarlarını zorlamaya başlamıştı. Ulaştı mutfağa nihayet.
Gözbebekleri büyüdü, nefesi kesildi, sıkışan midesini sakinleştirmeye çalışırken bir eliyle, diğeriyle de mutfak kapısının eşiğine tutundu zorlukla. Adam kadının geldiğinden habersiz, hazırladığı kahvaltı masasına beş dal papatyayı koyarken son kez mırıldandı; “Günaydın zamanı!” Minik cam vazonun mutfak tezhagından kahvaltı masasına yolculuğu sanki bir asır almıştı. Vazo masayla, kadın ve adamın gözleriyle aynı anda buluştu. Zaman, kadının gözlerinden firar etmeyi başaran iki damlanın ve adamın dudaklarının ucuna saklanmayı başaran minik bir gülücüğün dışında tamamen donmuştu. Güneş mutfak pencerelerini zorlarken sarıldı kadın sevgilisine.
“Günaydın” dedi adam, kadınının en sevdiği gülüşüyle ona.
“Çok özledim” dedi kadın, erkeğinin en sevdiği gülüşüne kocaman bir öpücük kondurarak.
“Kokun..” dedi adam.
“Kokumuz..” dedi kadın kollarını daha sıkı sararak.
Saçlarını okşarken adam,
“Söz mü?” dedi kadın.
“Nefes aldıkça..” dedi adam. Güneş usulca kızarmış, ocaktaki çay taşmıştı. Varsın ekmekler kömür olsundu. Hayat zaten yeterince kısa değil miydi?

25 Ocak 2011 Salı

Luca & Charlotte (part 1)

Çocukluğuna ait, en net hatırladığı kare, masmavi örtünün üstünde, düzensiz ve nereye savrulduğu belirsiz, pamuk dokunuşlu lekelerdi. Sırtını yasladığı şakacı çimenler tarafından gıdıklanırken, neşe içinde attığı kahkahalar evinin kapısına kadar uzanırdı. Evini en çok da kırın ortasında olduğu için severdi. Şehirden, çok olmasa da uzaktı evleri. Ondan metrelerce uzağa gidip oradan izlemeyi severdi onu; yeşil ve gür örtünün sarmaş dolaş kucakladığı, bembeyaz bir kır evi. Her sabah bahçelerindeki portakal ağaçlarından toplanıp sıkılmış taze meyve suyuyla sonlandırdığı kahvaltı merasiminin hemen ardından süratle verandaya atardı kendini. Koşarken, minicik ayaklarıyla çıkardığı boyundan kocaman seslere annesinin kızıp söylenmesine hiç mi hiç aldırmazdı.
Henüz sekiz yaşındaydı ve hayatın anlamını neredeyse çözmüş olduğunu düşünüyordu Luca. Zira isteyip arzuladığı ve tüm sorularının cevapları verandanın önüne serilmiş olan çimenlerin üzerinde uzanmaktaydı onun için. Sırtını güvenle dayıyordu onlara ve birlikte gökyüzünde seyahat eden bulutlarla sohbet ediyorlardı, ederken de etrafı unutuyordu. Zaman, tatlı tatlı esen rüzgarla dağılıyor, formunu yitiriyordu. Bir bulut ordusuydu tüm arkadaşları. Yattığı çimenlerden dahil oluyordu gökyüzündeki dünyalarına. Çok imreniyordu bulut olmaya. Durmadan seyahat etme, kimsenin bilmediği yerleri keşfetmek, kendi halindeki hayatlara şahit olmak düşüncesi, içine sığdıramadığı türden bir heyecan veriyordu Luca’ ya. Nefesi kesiliyordu düşündükçe. Ne zaman bulutlarla sohbeti koyulaşsa, nefes almayı unutuyordu sanki. Durmadan hareket eden arkadaşlarıyla bir şeyler paylaşabilmek için, son derece kısıtlı olan zamanını en iyi şekilde kullanması gerektiğinin bilincindeydi. Bu yüzden onlara soracağı sorular hep hazırdı.
Luca sorar, bulutlar cevap verirdi. Her biri ayrı bilgelikteydi ve hepsinin erdemi bambaşkaydı. Kısa, net ve hızlı cevaplar istediğinde alçaktan geçen bulutlara verirdi dikkatini. Hızla geçerlerken, Luca’nın süratli sorularına şipşak cevaplar fısıldarlardı. Kafası bozuk ve moralsiz olduğunda ise zamanın ufuk noktasını bulmaya çalışırcasına uzaklara bakar, ağır, vakur ve yüklü bulutlarla yapardı sohbetini. Uzun saatler boyu, acıkmadan, susamadan, kıpırdamadan yatardı sırtının üstünde. Sıradan günlerde ise rastgele seçerdi gökyüzünden sohbet arkadaşını. O an ilgisini en fazla celbeden bulutu seçer, başlardı sorular sormaya. Ziyadesiyle meraklı bir çocuktu Luca. Koca, yeşil bir bahçenin içindeki verandalı beyaz evi ve on kişilik sınıfının da dahil olduğu kırküç nüfuslu okulundan ibaret dünyasında, ömrü boyunca katettiği tek yol evi ve okulu arasındaki 550 metreyi aşmayan mesafeydi. Aslında tüm bunları bu denli sıkıcı kılan şey, Luca’nın olan(ya da olmayan) biten her şeyin farkında olmasıydı. Sekiz yaşında bir çocuğunkiyle taban tabana zıt hisler ve arzularla doluydu. Tüm arkadaşları okuldan eve koşarak dönerken o aksine, neredeyse arpa boyu adımlarla yürürdü dönüş yolunda. Sadece bulutsuz günlerde çılgınca koşardı eve güneşten kaçarcasına. Gökyüzünde bulut yoksa şayet dışarıda olmasının da bir anlamı yoktu. Sıkça tekrarlardı kendine, iyi ki de bu şehirde yaşıyorlardı. Burası bulutlar şehriydi, tüm bulutların tek buluşma, kesişme noktası.
Yeni bir pazartesi sabahı, yine okuluna gitmek için uyandı Luca. Her günkü rutin, bulutlu gökyüzüne baktı penceresinden. Hep olduğu gibi, hazırlanıp okulun yolunu tutması kırk dakikasını aldı. Annesi onu kapıdan uğurlarken ardına bakmadan el salladı, adımları arkasından sürükleniyordu. Yolun hemen başında karşılandı bulutlar tarafından bir kez daha. Okula varana dek bulutlardaki sıra dışı vaziyeti fark etmedi. Aklı bulutlarda, gözlerinin önünde bulutların hınzır gülüşleriyle sınıfına yöneldi. Henüz bilmese de, bugünü hayatı boyunca unutmayacak ve nefes aldığı sürece böylesi bir sürpriz yaşamayacaktı. Nihayetinde her şey bulutların ayrıntılarında gizliydi.

7 Eylül 2010 Salı

HANIM

Gündüz Kocadağ’ın ardına akıyordu. Hanım dama çıkmış güneşin gözünün nuruyla kuruttuğu tarhanaları bez torbalara doldurmaktaydı. Güneş ve Hanım arasında gizli bir anlaşmaydı bu. Hanım tarhanalarının sıcaktan kavrularak kekremsi bir tat ile kurumaması için Güneş ile bir anlaşma yapmıştı uzunca zaman evvel. Anlaşmaya göre Güneş böyle güzel tarhanalar yapmasına yardım ettiği sürece Hanım’ın evinde de Güneş’in içeri sızmasını engelleyecek ne bir perde ne de bir tente olacaktı. Güneş aileden biri gibi, ne vakit isterse teşrif edebilecekti, içeri buyur edilmeye gerek kalmadan. Zira en sevmediği şey kapalı kapılar, perdeler, kilitli sandıklar, karanlık odalardı. İnsanları anlamakta güçlük çekiyordu. Gündüzleri ondan köşe bucak kaçıyor, perdelerin, kapıların, giysilerin, şapkaların,tentelerin hatta gözlüklerin ardına kaçıyorlar, gece oldu mu da aydınlatmadık yer bırakmıyorlardı etraflarında. Bunun oldum olası bir çelişki olduğunu düşünürdü. Her düşündüğünde de inceden bir sızı sarardı her yerini, burulurdu dudakları. Hanım Güneş’e verdiği hediyenin ne denli kıymetli olduğunun farkında olmasa da yaptığı anlaşmadan son derece memnundu. Tarhanaları dillere destandı ve üstelik Güneş de eskiden olduğu kadar yakmıyordu ne evini ne de ailesini.

Güneşin intikam alırcasına kavurduğu bir Ağustos günüydü. Gözün görebildiği her milim turuncuya çalmıştı sıcaktan, sanki etraf kor olmuştu da tutuşmaya ramak kalmıştı. Hanım damdaki artık kavrulma kademesine gelmiş tarhanalarını toplamaya çıkmış, bir yandan da aşağıdaki ikizlere sesleniyordu;
“Kapı pencereyi kapatmayın sakın! Yoksa haşlanacaz bütün gecee!”
ve mırıldandı kendi kendine,
“Batamadı bir türlü körolasıca. İntikam alıyor sanki, gavur sıcağı yaptı!”

Bunu her duyduğunda daha çok canı yanan Güneş’in acısı yansıdı kasabaya. Ay başlamamış olsa kovalamaya güneşi, bir saat içinde kasaba tutuşabilirdi ansızın. Kasaba şanslıydı belki. Maalesef Hanım o kadar şanslı olamadı. Güneş, kendinden kaçılmasından oldum olası haz etmezdi. Kimbilir insanlar ondan kaçmasa belki çok daha ılıman olacaktı mevsimleri. Hanım aşağıya seslendikçe hiddetlenen güneş, bir yandan Ay’dan kaçarken öte yandan da son kozlarını kullanmaya çalışıyordu kasabanın üstünde.

Hanım ortalama boyu, onca güneşe rağmen tonu gram değişmeyen hafif buğday teni ve kömür sürülmüş gibi donuk, kararlı siyah saçlarıyla gösterirdi kendini kasabada. Yaşı geçkin olmasına geçkindi lakin tanımayanlar onu kızlarının ablası sanmaktan geri alamazlardı kendilerini. İfadesinde de soğuk, donuk ve mattı Hanım. Zümrüt taşı gibi alev alev yanan gözleri olmasa, herkes önünden yağlı boya bir portreymiş gibi geçip gidecekti. Çocukları bir gün bile gözlerinde yaş görmemişlerdi annelerinin. Pek sık güldüğü söylenemezdi, hatta kahkaha attığını duyan da yoktu şimdiye kadar. Sadece Muharrem Efendi ile birlikte iken mutlu görünürdü. Onunla sohbet ederken bir kaç kere gaipten kırkırdadığını duymuş olduklarını düşünüyorlardı. Hanım, Muharrem Efendi’den hiç bir gün güleryüzünü ve saygısını eksik etmemişti. Karşılığını da her zaman fazlasıyla almıştı. Kocasının hakkını yiyemezdi. Birlikte yirmibeş sene geçirmişlerdi, üç tane de göznuru çocukları vardı. Muharrem Efendi ne hanımından ne de çocuklarından bir kez olsun, çöp dahi esirgememişti. Her zaman iyi bir baba ve koca olmuştu. Tartıştıklarını kendileri dahil hiç kimse hatırlamazdı. Ne Hanım ne de Muharrem Efendi kavgadan, gürültüden hazzetmezlerdi. Birbirlerine karşı sevgi dolu oldukları kadar saygılıydılar da. Kendilerini bildiler bileli örnek gösterilirlerdi tüm kasabada.

Hanım’la Muharrem Efendi’nin ikiz kızlarıyla bir de erkek çocukları vardı. İkizler, kasabadaki ilk ikizler oldukları için onları herkes tanırdı. Doğdukları gün kasabada büyük ilgi ve heyecanla karşılanmışlardı. Büyüdükçe serpilip annelerine benzemeleri bu ilginin, özellikle de kasaba delikanlıları arasında, katlanarak devam etmesine sebep olmuştu ki bu pek de saşılacak bir durum değildi doğrusu. Her ikisi de evlenme çağına gelmiş, tahsillerine ayrı üniversitelerde devam eden, son derece aklı başında kızlar olarak yetişmişlerdi. Hem anneleri hem de babaları için daimi gurur kaynağı idiler. İkisinin de evlenmeye şimdilik gönlü olmasa da, o yaştaki her genç kız gibi onların da “bir gün çıkıp gelecek beyaz atlı prens” hayali vardı.
Oğulları ise ikizlerden üç yaş küçüktü fakat yapılı fiziği ve erkenden olgunlaşmış fikirleriyle adeta abilik yapıyordu ablalarına küçük yaşından beri. Bebekliğinden beri boyundan büyük laflarıyla nam salmıştı kasabaya, adeta maskot olmuş, herkesin gönlünü çelivermişti. Kasabanın kızları bu garip ve anlaşılmaz çocuğa, burnu büyük tavırları yüzünden hiç yüz vermeyeceklerdi belki ama Tanrı besbelli torpil geçmişti ona bu dünyaya gönderirken! Her sene daha da boylanan, gittikçe kapılardan sığamayan, her adımının kuvveti toprağı ezen, üstelik de tahsili ve geleceği olan bir delikanlıydı. Neredeyse kasabadaki her genç kızın “Beyaz Atlı Prensi” idi, her biri sır gibi saklasa da bunu. Onunsa gözü, ablalarından ve onların selametinden başka bir şeyi görmüyordu. Ailece birbirlerine olan bağlılıkları ve sevgileri kasabada herkes tarafından imrenilirdi.

Herşey o akşam oldu. Hanım damda tarhanaları bez torbalara dolduruyordu. Kedileri kibar bir talepkarlık edasınyla ayaklarına dolanmaktaydılar. Güneş adeta ensesine kadar yaklaşmış, hemen ardından fısıldıyordu kulağına, her geçen dakika daha da seri hareket etmesi gerektiğini. Zira yarım saate kalmadan son nefesini veren Güneş terkedecekti kasabayı. Her geceki olağan, tedirgin sessizlik köyün neredese tamamına hakim olmuştu bile. Tüm hayvanlar küçülmüştü sanki, çekilmişti dikkate batmamak için. Herkes farkındaydı adeta, günü gelmişti.

Loş ışıklar arasında gece gerinmeye başladığında Hanım işini bitirmiş, oğluna sesleniyordu. Bir yandan da bağladığı bez torbaları, damın kenarına istif etmeye uğraşıyordu aşağı indirmesi çabucak olsun diye. Ne var ki oğlundan ses çıkmıyordu bir türlü. Seslendi, bir daha seslendi… Beklediği cevap gelmedikçe kalp atışları kendi sesini duymasını engellemeye başladı. Kendi sesi havadaki nem bulutunda değil de kafasının içinde yankılanıyordu. Beşinci keredir seslenmesine rağmen uyuşukluk yapıp bir türlü yardıma gelmeyen oğlu, zavallı yüreğinde kızgınlıkla karışık korku bombalarının patlamasına sebep oluyordu. Farkında değil miydi sanki oğlu gecenin sinsi sinsi örttüğünü üstlerini? Nasıl bu kadar geniş davranabiliyordu? Çaresiz kendi başına görecekti işini, zamanı da iyiden iyiye daralmıştı. Ne var ki elinden bir şey gelmiyordu. Son üç tarhana torbasını da damın köşesine çekiştirdi. Tahta merdivene uzandı, hafiçe silkeledi sağlam durup durmadığını anlamak için. Pek ikna olmamış olsa da pek seçeneği yok görünüyordu. Ezeldendir tedirgin ederdi bu merdiven onu. Çocukluktan beri evlatlarına dikkat etmelerini tembihlerdi. Ne zaman onları merdiven başında görse yüreği kuş gibi çırpınır, hop oturup hop kalkardı. Hele ki hayat arkadaşını bu korkusuna biçare terk ettikten sonra iyiden iyiye tarifsiz duygular yeşermeye başlamıştı yüreğinde. Yukarı tırmanmak neyse de aşağıya inmek ömründen ömür çalıyordu. Merdivenin başına her geldiğinde ayak basacağı tozlu toprak daha bir ıramış görünürdü gözüne. Tahtadan yapılmış bir sırat köprüsünden farksızdı, her seferinde daha uzaklaşan, adeta tamuya giden kademeli bir yol gibiydi.
Hayata benzetiyordu bu merdiveni Hanım. Tek şeridi, iki yönü ve farklı yolculuk şekilleri vardı. Üstelik tırmanmak yorucu olmasına rağmen daha güvenliydi, inmek ise yorucu olmamasına rağmen son derece tehlikeli bir yoldu. Yolun neresinde ayağınızın altındaki hangi basamağın kırılacağını bilebilmek imkansızdı. Yolun başında, uzaktan bakarak hangi basamaklara basacağınızı planlarken kafanızda, size ne gibi süprizler yapacağını hiç kestiremiyordunuz. Tıpkı “hayat” gibi. Tek bir içten çürümüş basamak tüm planları altüst ediyor, belki de mutluluğunuzu çalıyordu sizden. Tıpkı “insanlar” gibi. Kimbilir merdivenin o içten pazarlıklı basamağı olmasaydı, bugün hâlâ yanında olacaktı hayat arkadaşı Muharrem Efendi. Hain bir pusudan başka şey olmadığına inanacaktı bunun merdivenin cansız olduğunu bilmeseydi. Sanki onlar yukarıdayken birisi fırsatı değerlendirmiş gevşetivermişti basamağın metanetini. Basamak da bu cinayete ortak olmaktan sadist bir zevk almış gibi son ana kadar beklemişti. Hanım düşünüyordu zaman zaman, niye kendisi inip çıkarken kırılmamıştı o basamak? Kocası boyluydu lakin fidan gibi incecikti. Kim bilir belki gerçekten de çizilmişti hayat yolumuz daha biz doğarken ve hepimiz bihaber sıramızı bekliyorduk köprüyü geçmek için.

Muharrem Efendi öldükten sonra, bir hafta boyunca, dama çıkmak bir yana evden dışarı adım atmak istememişti Hanım. Çocukları annelerini teselli için ellerinden geleni yapmışlardı. Üçü de çok iyi biliyorlardı annelerinin babalarını ne kadar çok sevidiğini. Hatta onlar babalarını annelerinin onu sevdiği kadar sevemezlerdi. Seneler öncesinde kabul etmişlerdi bunu. Oğlu, Hanım’a yeni ve sağlam bir merdiven almayı önermişti fakat annesi oralı bile olmamıştı. İçten içe bir çarpışmaya hazırlanır gibiydi. Çocukları annelerinin bir daha dama çıkmaması için ısrar etseler de Hanım’ın içinde kopan fırtınanın farkında değildiler. Hanım, inadına o merdiveni kullanacak, korkusu ve kaybına yenik düşmeyecek, sahip olduğu en değerli şeyi olan ailesinin direğini ondan zorbalıkla koparan o merdivene, ne ondan ne de ölümden korkmadığını gösterecekti! İnadına elleriyle onardı o basamağı, hiç olmadığı kadar sağlam hale getirdi. Sadece o basamağı, başkasını değil. Zira yanında Muharrem Efendi yoksa ölüme direnmenin ne alemi vardı? Ömürlerince didinip, çalışıp çocuklarının yollarını açmış, onların ortaya çıkmalarını sağlamışlardı. Nihayetinde didinerek tükettikleri senelerinin acısını, yorgun ruhlarıyla yıpranmış bedenlerini birbirlerine yaslayarak başbaşa geçirecekleri vakit ile çıkarmayı planlarken ansızın bir başına kalmıştı Hanım. Ne ağlamak, ne dövünmek ne de isyan etmek Muharrem Efendiyi geri getirmezdi, farkındaydı. Bu sebeptendi ki göz pınarından süzülen bir tümen yaş dışında ne bir ah ne de bir vay demişti yaşam pınarının ardından.

Hanım her iki günde bir olduğu gibi yine, dama serdiği tarhanaları bez torbalara doldurmayı henüz bitirmişti. Her torbanın ağzını sıkı sıkıya kapadağına emin olurken bir yandan da Güneşi süzüyordu göz ucuyla. Ağır ağır Kocadağ’ın ardına düşen Güneş ısrar ve inatla ağırdan almaya çabalıyordu vedasını. Gece ise ışığı kovalarcasına seri ilerliyordu kasabanın üstüne doğru. Evinin damında, tüm bez torbaları merdivenin başına istiflemeye çabalarken heyecanla izliyordu bu sessiz inatlaşmayı. Kasabanın sağ ucundan hızla üstüne gelen karanlığın yüzünde beliren huzursuz edici gülüşle göz gözegeldiğinde tarifsiz bir paniğe kapıldı. Güneş’e;
“Dur! Gitme!” diye haykıracak olduysa da hemencecik vazcaydı fikrinden. Nicedir yeni bir anlaşmanın fırsatını kollayan Güneş’e böyle bir koz vermemesi gerekirdi. Zira sonuçlarının nerelere varabileceğini iyi öğrenmişti. Ne gece ne de Güneş birbirlerinden daha masum değillerdi. Var sesiyle oğluna bir kez daha seslendi. Sabırsızlıkla, gelecek cevabı beklerken, son torbaları da merdivene sürükledi. Kafasını günün son ışıklarının hare hare çekilişine bakmak için kaldırdı. Fakat ne günü? Ortada gün falan yoktu artık. Gece sandığından daha ivedi ilerleyip çoktan kucaklamıştı kasabayı. İçinden oğluna sitem dolu cümleler sarf ediyordu merdivenden inmeye hazırlanırken.
Ardına döndüğü anda, karşısında gördüğü manzarayla donakaldı. Öte taraf ne kadar karanlıksa beri taraf da o kademe aydınlıktı. Tam tepesinde Güneş’in ve gecenin hiç dostane olmayan kucaklaşmasını farketti. Kafasını semaya kaldırdı, gökyüzü düpedüz ikiye ayrılmıştı; bir yan zifir geceydi diğer yan ise güpegündüz aydınlıktı! Hanım’ın büyüyen gözbebeklerine kan kırmızı çalınmıştı, alnından çenesine inen düz kırmızı hat semadaki zifiri ve aydınlığı ayıran kan kırmızı çizginin yansımasıydı. Apaçık bir savaş veriliyordu gökyüzünde, görünmez askerlerin birbir şehit verildiği. Gözlerini kapadı sıkıca. Birkaç saniye bekledi, bir rüyadan uyanmak istercesine süratle açtı. Gece tüm kasvetiyle, korkudan kocaman olan gözbebeklerine doldu. Hava kapkaraydı. Sanki güneş saatler öncesinde batmıştı. O kovalamaca, savaş, kırmızı hat, hiç yaşanmamış gibiydi.

Başı döner gibi oldu, çuvallardan birinin üstüne bıraktı kendini. Dakikalarca durmaksızın koşmuş gibi inip kalkıyordu göğsü. Soluğu derinden ve güçlüydü. Rüzgar ise aksine nefesini tutmuştu. Kapalı bir oda kadar esintisizdi hava ve bir o kadar da kuruydu. Ansızın hala damda olduğunu hatırladı. Akabinde onca çağırmasına rağmen hala yanına gelmeyen oğlu geldi aklına. Var gücüyle bir kez daha seslendi. Bu kez sesi çığlık gibi çıkmıştı. Güçlü bir kadındı Hanım. Çuvalların üstünde doğruldu, ağırdan ayağa kalktı. Bilinmeyene meydan okuyan havasıyla etrafına baktı. Korkmadığını haykırdı gözleriyle karanlığa. Cesaretinin rayihası rüzgara karışmaktayken bir çift ayak sesi takıldı kulağına, oğlu sandı, sadece fısıldayabildi dişlerinin arasından;
“Nerde kaldın körolasıca?!”
Bekledi ama cevap gelmedi. İnledi bu kez;
“Bak kime diyorum ben?!”
Tereddütsüz birbirini takip eden ayak sesleri ne duraksamış ne de hızlanmıştı. Son derece rutin bir tempoda ve uzaktan gelmekteydi sesler. Lakin seslerin ardlarında bıraktıkları izler çevresini sarmıştı sanki. Hanım korkuyla merdivenden aşağıya baktı. Hava o kadar kararmıştı ki aşağısını görmek imkansızdı. Hızla sakinleşmesi gerektiğini farketti. Çuvallara tekrar oturmaya hazırlanırken farketti; kediler! Kedileri nereye kaybolmuştu? Akabinde kedilerin, endişelenmesi gereken son şey olduğunu telkin etti kendisine. Oğluna seslenecek oldu, bu kez hızla vazgeçti bu fikirden. Yenilmişlik hissine bürünürken, ayak sesleri kesintisiz devam ediyordu yürümeye. Sanki Hanım’ın etrafında daire çiziyordu sesler. Hep aynı mesafede ve aynı hızdaydı. Oturduğu yerden mırıldandı;
“Ya Resûlullah! Sen, sen yardım et…”

Hanım bir şeylerin geldiğini hissetmişti fakat emin olamıyordu. Kafası son derece karışmış olsa da ayak seslerinin giderek yakınlaşması şüphe bırakmıyordu. Kalkmak isteyip oturduğu yerden, davrandı ama nafile kıpırdayamadı. Apansız bir baskı hissetmişti omuzlarında kalkmasına mâni. Onu olduğu yerde çivileyen kuvvet, kulaklarının hemen arkasında sırayla patlayan iki son adım ile dağıldı.
Omuzları hafiflemişti hafiflemesine lakin bu kez de Hanım’ın yerinden kalkmaya cesareti yoktu. Artık meydan okuyamıyordu, cesur olmak ne mümkündü. Bağırmak, hatta avaz avaz ağlamak istiyordu lakin onu da yapamadı. Bu güç sanki sesini de almıştı cesaretiyle birlikte. Aklına anacığından kalıt duaları okumak geldi. Denedi nafile. Kelimeler haflere, cümleler seslere karışıyordu. Kalbi tüm vücudunu parçalayacakmışçasına atıyordu. Yüreği sinesine dar gelir gibi her kalp atışında daha çok nefessiz kalıyordu. Tüm vücudu adeta eriyordu, gittikçe küçülüyor küçülüyordu. Topyekün titremesi korkudan mıydı yoksa üşüdüğü için miydi emin değildi. Hava ansızın buz kesmişti ve hala kupkuruydu.
Omuzlarındaki baskı şimdi de kendine doğru çekmeye başlamıştı onu. Biçare geriye yaslanırken, kendini inanılmaz aciz hissetti. Korkusu ister istemez boyun eğmeye yüz çevirdi. Görünmeyen bu ellere teslim oluşundan ziyadesiyle utanmıştı. Tamamen bırakarak kendini geriye, koşulsuz teslimiyet bayrağını kıpırtısız rüzgarda dalgalanmaya bıraktı. Belki de vakti gelmişti Muharrem Efendisiyle kavuşmasının. Muharrem Efendi’yi düşünmek, ona varacağını hayal etmek, huzurlu ve korkusuz hissetmesini sağlamıştı. Tüm bu mülahazalarla yoğurduğu bilincinin kapanmasına ramak kala bir fısıltı üflendi kulağına;
“Korkma, daha vaktin var burada.”

Son hatırladığıda bu oldu Hanım’ın.
İlk gördüğü, zifiri karanlık içinden sızan ince bir ışıktı. Boğuk sesler duyuyordu etrafında kafasının ve yüzünde de nemli bir serinlik hissi vardı. Bu sesler öncekine benzemiyordu.
“Hanım!” ,”Hanım?”

Her sesleniş başka bir tonda başka yönlerden geliyordu. Hanım gözlerini ağır ağır araladı, karanlıktan içeri sızan ışık büyüdü yavaş yavaş, akabinde renkler geldi yerlerine. Bir güruh insan başına toplanmış endişeli gözlerle onu inceliyorlardı. Vaziyete anlam vermesi az zamanını aldı. Çocuklarıyla gözleri birbirlerine değdi sırayla, dolu dolu oldu gözleri Hanım’ın. Kimse anlam veremedi.

İlk omuzlarına dokundu Hanım. Omzuna boylu boyunca serilmiş olan et kesmişlik hissinin verdiği tatlı acıyı kimseye belli etmedi, yüzüne yerleşmeye çabalayan buruşuk ifadeye rağmen. Akabinde yattığı yerden doğruldu usulca. Etrafını süzdü, çardaktaki sofadaydı. Çevresindekilerin hepsi Hanım’ın henüz tek kelime etmemiş ağzının içine bakarken merakla, o da anlamaya çalışıyordu olanları şaşkınlığını saklayarak. Nasıl inmişti aşağıya? Etrafına bakınırken bahçe kapısının dibine yığılmış tarhana torbalarını gördü. Yüreği sıkıştı heyecandan. Nerden baksan onar kiloluk otuzu geçkin torba vardı. Üstelik kimse Hanım’ı aşağıya inerken ya da bir şeyler taşırken görmemişti. Kaldı ki bu karanlıkta o kadar torbayı, o tahta merdivenden tek başına indirmesi imkansızdı. Herkes bunu nasıl yaptığını ve merdivene ne olduğunu sordukça, veremediği cevaplar bir kez daha coşkulu bir muhatara uyandırıyordu zayıf kalbinde.

Anlatılanlara göre, Güneş son demlerindeyken kasaba üstünde, ahali evlerinden Hanım’ın çığlığı ile fırlamıştı. Terasta olduğunu bildiklerinden önce terasa koşmuşlar, merdivenin olması gerektiği yerde olmadığını görünce başka bir merdiven kapıp komşudan, bir çıprıda tırmanmışlardı dama fakat yukarıda kimseyi bulamamışlardı. Bu esnada kızlardan birisi bahçe kapısına yığılmış tarhana çuvallarını görüp eve koşunca farketmişti sofada yatan annesini. Yanına vardıklarında, buz terlemiş Hanım’ın kasılmış çenesinin sımsıkı birleştirdiği dudaklarından dökülen anlamsız heceler tarafından karşılanmışlardı. Hemen başındaki çemberini çözüp, bir bardak soğuk suyun birazıyla yüzünü ıslatıp kalanından da bir kaç yudum Hanım’a içirmeye çabalamışlardı. En nihayetinde karanlık tamamen çöktükten sonra Hanım kendine gelmişti lakin ayılmasının üstünden iki saat geçmesine rağmen hâlâ tek kelime etmemişti. Herkes konuşuyor, o sanki inatla susuyordu. Hanım hiç tepki vermeden anlatılanları dinledi. İki saat sonunda artık herşey apaçıktı onun için. Ayağa kalktı, dudaklarının mührünü bozmadan döndü, herkesin şaşkın ve sual dolu bakışları arasından yürüyerek odasına gitti. Kapısını kapatıp yatağına uzandı. Ardından gitmeye kimse cesaret edemiyordu.

Yatağına uzandı, yüzü kapıda. Hanım’ın gözünde özlem dolu tek bir damla yaş vardı. Gözlerini kapadı damlayı azad etmek için, yaş yastığa nüfuz edene kadar bekledi ve gözlerini açtı. Kapının önünde ayakta duran adama baktı. Bu kez korkmuyordu, aksine tarifsiz ve dingin bir sevinçle kaplıydı içi. Muharrem Efendi’yi şükran dolu gözlerle süzdü. Belli ki damda öyle fenalaşmıştı ki kimseye haber veremeden kendinden geçmişti. Her zaman olduğu gibi canından çok sevdiği eşi yetişmişti yardımına. Dile kolay bir ömür geçmişti birbirini sırtlayarak.
“Demek ki evlilikler de ölümsüzmüş” diye geçirdi içinden.

Tarifsiz duygularla düğüm düğüm olmuş boğazından zorla geçen tek cümle döküldü dudaklarından Muharrem Efendisinin gözlerinin içine bakarken;
“Ben de seni çok özledim efendim. Teşekkür ederim.”

Bedenini yatağına teslim ederken Muharrem Efendi de başucuna ilişmiş, bir yandan günün yorgunluğunu örterken üstüne hanımının bir yandan da saçını okşuyordu sevgiyle. Bir daha görürler miydi birbirlerini bu dünyada bilinmezdi ama ahirette kavuşacaklarından, birbirlerine olan sevgileri kadar şüphesizlerdi artık.

17 Ağustos 2010 Salı

Safir Mavi

Safir mavi dudaklarından akabilsen dudaklarıma sözcüklerinle, önce zihinime ulaşsan inceden bir karışıklık yaratarak derinlerimde. Sinir uçlarımda sekerek dolaşsan tüm algılarımı başaşağı ederek ve kalbime ilerlesen içerideki tüm havayı soluyarak beni nefessiz bırakırcasına. Ritmi şaşırıyor kalbimin tek temasınla. Çılgın, mavi alevler sarıyor benliğimi gölgesiyle dokunuşunun. Bu gece kokunun buram buram huzuruyla, bembeyaz koysam kafamı yastığıma. Ayak ucumdan burnumun ucuna kadar mutlu, içtiğim su kadar berrak, soluduğun hava kadar hafif, bedenim kollarında, ruhum uyusa ruhunda...

Aklımın Dalları

Aklımın ağacında, altın kaplı dallarımın içi bomboş şimdi, kupkuru. Damarlarımdan akan kan buharlaşmış sanki. Tüm perdelerim kapalı, içimdeki güneş sızmasın dışarı diye.
Bağlamadım ayakkabılarımın bağcıklarını bugün, örmedim saçlarımı, taramadım bile.Ruhum gözlerimde hapis, kalbim göğüs kafesimde. Firar yok ikisinin de aklında işin garibi, sanki bile bile tutuk kalmışlar oldukları yerde. Nefesim alışılagelenden soğuk bu akşam oysa ki ruhum sıcacık, ateş gibi. Yine de yetmiyor, ısısı bedenimi ısıtmanın çok uzağında. Tırnaklarım geçmiş etime, boğazımda dişlerim, saçlarım ruhuma dolanıyor, nefessiz kalıyorum! Peki bu iğne deliğinden sızan güçlü ışık dudaklarımın arasında kor gibi ısınmış, nasıl yakabilir hiç düşündün mü seni?

9 Ağustos 2010 Pazartesi

bahçe

Aklımın bahçesinde ruhum
mantığımın sınırlarıyla çevrili
duygular hep aynı renk
kokular aynı
hayaller eski tadından uzak.
Elimle yetiştirdiğim,
gökkuşağı kıskandıran kır çiçeklerim
is yemiş gibi sanki.
Huzur tothumları ektim yüreğime.
Kimbilir, bir gün çıkıp gelirsin belki